İsm-i Hafîz gölgesinde hasta, hekim ve devlet

Tüm ilimler, fenler, sanatlar, meslekler Yaratıcının esmasıyla temellenir ve inkişaf eder. Her meslek; o mesleği meydana getiren, gerektiren esmaları görmeyi bilmeyi, okumayı ve yaşamayı gerektirir. O mesleği icra ederken aslında neye hizmet ettiğini bilmek, Cenab-ı Hakk’ın hangi esması ile rabıta kurduğunu fark etmek o mesleği manalandırır ve insan anlamını kavradığı işi çok daha keyfiyetli yapar. “Meslekî tatmin” denilen kavram aslında işin ne olduğu ile alakalı değil, o işe yüklenilen anlam ve o iş ile tezahür eden esmalar ile ilişkilidir.

Hekimlik binler esmayı ve sıfatları ihtiva eden “hayat” sıfatına hizmet etmesi hasebiyle bu mesleğe talip olanların omzuna ağır bir yük yükler. Modern dünya, hekimliği bir “hastalık-hasta-ilaç-hekim” döngüsünde dolandırsa da bu mesleğin manasını bilmek, her hekimin Hipokrat yemininden önce Yaratıcısına olan borcudur ve hesabı sorulacaktır.

Nasıl hekim büyük bir mesuliyet taşıyorsa, hekimin muhatabı olan hasta veya sağlıklı kişiler de bir mesuliyet taşır ve onların da kendi bedenleri, sağlıkları, yaşayışları ile ilgili bilmeleri, hayatlarına geçirip farkındalık kazanmaları gereken noktalar vardır. İslâm dini hiç kimseyi başıboş bırakmaz. Kimsesi olmayanın dahi kendi bedenine karşı sorumlulukları vardır.

Hekimlik ortaya çıkmış, hastalıkların tanı ve tedavi süreçleriyle ilgilenirken; koruyucu hekimlik, hastalıklar veya semptomların henüz ortaya çıkmadan önceki süreçleriyle ilgilenir. Vücudu bir kale gibi düşünürsek, hekimlik kalede savaş olduğunda müdahale ve müdafaa yaparken; koruyucu hekimlik henüz savaş çıkmadan kaleyi güçlendirir, uyarıcı askerler koyar, eksik varsa giderir.

İnsan, bu kalenin sahibi olarak maddî ve manevî bedenini her daim korumak zorundadır. Henüz sağlığı yerinde iken, kale henüz sağlamken bir rehavet, umursamazlık, lakaytlık içinde olabilir. Ancak Sâni-i Hakîm, insanın fıtratına ism-i Hafîz’in bir tezahürü olarak kuvveler yerleştirmiştir. Bu kuvveler ile (kuvve-i şeheviye, kuvve-i gadabiye, kuvve-i akliye) insan, kendi maddî ve manevî beden kalesini hem korur hem müdafaa eder.

Her ismin en mükemmel ayinesi olan Efendimiz (asm), ism-i Hafîz’e de en güzel ayine olmuş ve beden kalesinin nasıl korunması gerektiğini, itidal ve istikametin hem maddî hem manevî bedende nasıl tesis edileceğini öğretmiştir. Bu istikameti sağlamanın en kolay ve tesirli yolu sünnet-i seniyye ışığındaki bir hayat tarzıdır. İsm-i Adl gereği Yaratıcı, her insanı nizamlı ve intizamlı bir bedende yaratmış ve yarattığı bu bedene koruyucu fıtrî programlar koymuştur. Mesela çocuklara baktığımızda bu fıtrî programların bozulmamış olduğunu görürüz. Onlar bedenlerinin sinyallerine bir yetişkinden çok daha duyarlıdır. Karnı doymuş bir çocuğa tek bir lokma daha yediremezsiniz ya da hareket etmek isteyen bir çocuğu durduramazsınız. Fakat çocuk büyüdükçe, fıtrî seslerin yerine nefsin istek ve arzuları galip gelmeye başlar. Böylelikle beşer, kendi kalesinin düzenini bozarak onu düşmana açık hele getirir.

Koruyucu hekimlik deyince bugün sadece aşılar, kanser tarama programları, testler, aile planlama, obez kişiler için diyet ve egzersiz programları gibi yine sorumluluğun büyük bir kısmını insandan alıp sektöre yükleyen bir anlayış akla gelmektedir. Oysa ahsen-i takvîmde yaratılan insanın önce kendi bedeninin, kendi kalesinin değerini bilmesi ve buna yönelik farkındalıklarının artırılıp, hayat tarzlarının geliştirilmesi ve tatbik edilmeye özendirilmesi gerekmez mi?

Koruyucu hekimlikte öncelikle halkın kendini tanıması, neyin faydalı neyin zararlı olduğunu bilip ona göre yaşamaya gönüllü olması çok önemli bir adımdır. Efendimizin (asm) sünnetine uygun, ism-i Hafîz’in bir tezahürü olan bir hayat modeli hem halkın hem hekimin hem de devletin sorumluluğu altında “birlikte” adım atılarak gerçekleşir.

Halk, birinci basamak sağlık merkezlerinin ve acillerin kapısını aşındırmadan önce, kendi hastalığına tanıyı kendi koyup “İlaç, serum, iğne!” diye yalvarmadan evvel oturup bir düşünmelidir. Acaba hayat tarzında, sağlığı koruma temayülünde bir bozukluk mu var? Bağışıklığı düşüren beslenme, uykusuzluk, hareketsizlik, stres gibi faktörlerde ne düzeyde bir bilince ve farkındalığa sahip? Temizlik, kişisel hijyen, gayrimeşru birliktelikler, çok partnerli hayat, aile planlaması, alkol, sigara kullanımı vs. gibi kendi sağlığını ilgilendiren konular hakkında ne derece bir bilgiye sahip?

Bununla birlikte doktorun da tüm suçu sisteme ve halka atıp kendi üzerine düşen sorumluluktan kaçmaması gerekir. Hastalara laf anlatmaya erinip, onların manipülasyonları yüzünden gereksiz ilaç yazan, yanlış yönlendirmeler yapan ve hastayı başından atmak için uğraşan bir doktor, ism-i Hafîz’in gerektirdiği sorumluluğu yerine getirmemiş demektir. Kısa muayene zamanı içerisinde, bir cümle dahi olsa hastaya kendini korumaya yönelik bilgi vermek vicdanî yükümlülüğü ortadan kaldırır. Elbette geniş bir zaman varsa ve diğer hastaların hakkına girmek gibi bir durum da yoksa hastaya yapılacak maddî-manevî uyarılar, nasihatler bir doktorun görevleri arasındadır.

Devletin binlerce yataklı hastanelerle, her köşe başında türeyen tıp fakülteleriyle, istihdam edilen yüzlerce doktorla, son teknoloji tanı tedavi araç gereçleriyle övünmesi ve bunları sağlık üzerinden bir politika malzemesi yapması ise; ancak halkın hastalığından beslenen sektörleşmenin ve neticede cebini dolduran bir anlayışın sonucudur. Konu sağlık olunca sadece doktoru topa tutmak ve kendini bu sorumluluktan sıyırmak kolaycılıktır, zulümdür ve cahilliktir.

Hülasa; ism-i Hafîz’e ayine olmak önce insanın bizzat kendisi için bir mükellefiyettir. Yaratılmışların en şereflisi olan insan bu vücut fabrikasının fıtrî temayüllerini iyi bilmeli, bunun için de yaratılmışların en şereflisinin hayatını bilip, kendi hayatına tatbik etmelidir.

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*