Binler kadar bir, bir…

İnsan unuttu. Ne olduğunu, ne için yaratıldığını, verdiği sözü, sorumluluklarını, hilmi, ahlâkı… İnsan özellikle bilgi, medeniyet ve irade gerektiren konularda nasıl davranması gerektiğini unuttu. İnsan yanlış anladı. Yaşamı, yaşamayı, İslâm’ı, olayları, insanları…

Kişinin gözünü yoran, ruhunu sıkan, sınıfsal ayrılığı iliklerine kadar hissettiği çarpık kentleşme gibi oldu kişiliği, karakteri ve sosyal hayatı.

İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi birinci maddede şöyle yazar; “Bütün insanlar özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdanla donatılmışlardır, birbirlerine kardeşlik anlayışıyla davranmalıdırlar.”1 Bu, güzel bir tanım olmasına karşın gerçek hayatta karşılığını görmek pek mümkün değil. 2024 yılındayız ve Filistin’de insanlar öldürülüyor, Suriye halkı mülteci konumuna düştü ve hâlâ evlerine dönemedi. Ukrayna’da savaş yaşanıyor, fakir ülke insanları zengin kaynakları yüzünden hâlâ sömürülüyor, dünyanın her yerinde çocuk işçiler var ve daha niceleri.

Bu tabloya bakıldığında insanlık için ileriye gidişten ziyade bir geriye dönüş, bir “irtica” görmekteyiz. Halbuki Peygamberimiz (asm) “İslâm, Cahiliyeden kalma ırkçılık ve kabileciliği kaldırmıştır”2 buyurmuştur. Cahil kişi sabırsız, en ufak bir kızgınlık anında iradesini kaybeden, kontrolsüz bir şekilde öfkesine kapılan kişidir. Yani cahilliğin diploma ile bir ilgisi yoktur aslında. Cahilliğin karşıtı hilm ise ağır başlı, duygularını kontrol edebilen, sabırlı kişiyi ifade etmek için kullanılır. Cahiliye Devri’nde insanlar kabilecilik fikrini ön planda tutmuşlar ve kendilerinden olmayanı düşman olarak görmüşler, haksız da olsa kavimlerinin yanında durarak ırkçılık yapmışlardır. Bu iki zıt kutup, insanların nefsinde mücadele etmektedir.

Günümüzde de cahillik ile savaşımız devam etmektedir. İkinci Cahiliye Devri olan günümüzde milliyetçilik kavramına olumsuz anlamlar yüklenmiş, üstü kapalı olarak ırkçılık düşüncesi kendine taraftar toplamayı amaç edinmiştir.

Halbuki Abbasîler döneminden beri İslâm’ın nişanını taşıyan Türklerin farklı din, dil ve ırktaki halkları kucaklaması Osmanlı döneminde en güzel zamanlarına ulaşmış ve Müslüman halk dışında kalan kişilere Halil İbrahim Milleti denmiş, ortak noktalar hatırlatılarak birlik vurgulanmıştır. Farklı inanç ve değerlere sahip olsalar da sosyal hayat, hukuk gibi konularda Müslüman halk ile eşit muamele görmüşlerdir.

Fransız İhtilali ile ulus devlet fikrinin ortaya çıkışı birçok şeyi değiştirdiği gibi ırkçılık kavramını da değiştirmiştir. Irkçılık, insanları ayrıştırma, suçları belli grupların üstüne yıkma gibi adil olmayan bir şekle evrilmiştir. Ya da başka bir açıdan bakarsak ırkçılık, halkları ayrıştırmak, parçalamak ve yönetmek için kullanılır olmuştur. İnsanlar ırkın kutsal olduğunu düşünüp kendilerini üstün görmeye başlamışlardır. Ancak insanlar arasında tek üstünlük sebebi takvâdır. Onun da gerçek anlamda kimde olduğunu sadece Allah bilir. Dolayısıyla hangi etnik kökene mensup olursa olsun bütün Müslümanlar, insanlar eşittir. Arabın Aceme, Acemin Araba karşı herhangi bir üstünlüğü yoktur.3

Silâhlı saldırılar, çatışma, bomba ve daha birçok kötü suç, içi gerçekten kötü olan insanlar ya da örgütler tarafından yapılsa bile insanların düşüncelerine yerleştirilen ırkçılık fikri ile şahsîlikten çıkmış ve belirli etnik gruplara atfedilir olmuştur. Bediüzzaman Hazretleri ırkçılığın düşmanımız olduğunu şu sözlerle açıkça dile getirmektedir; “Bizim düşmanımız cehalet, zaruret ve ihtilaftır. Bu üç düşmana karşı; sanat, marifet ve ittifak silâhı ile cihad edeceğiz.” Bu noktada Türkleri uyarmış ve özellikle, sair etnik gruplara karşı daha adaletli olmaya özen gösterip ırkçılıktan kaçınmaları gerektiğini öğütlemiştir.4

Evrensel hukukun temel prensiplerinden biri olan suçun ve cezanın şahsîliği ilkesi, Türk Ceza Kanunu madde 20/1’de şöyle yer almaktadır; “Ceza sorumluluğu şahsîdir. Kimse başkasının fiilinden dolayı sorumlu tutulamaz.”5 Yani ortada bir suç varsa sadece kişi ve ona yardım edenler sorumludur. Suçu işleyenin ailesi, arkadaşları, aynı ırka mensup olan diğer insanlar bir şey yapmadıkları hâlde ortadaki suçtan sorumlu tutulamazlar. Kur’ân-ı Kerîm’de beş farklı ayette Yüce Rabbimiz “Hiçbir suçlu başkasının suçunu yüklenmez.”6 buyurmuştur. Suç da günah da kişiye aittir. Her milletten insanın iyisi ve kötüsü vardır. Aksi durumda geniş gruplara düşmanlık beslemek Cahiliye Devri’nde olduğu gibi yalnızca birkaç güçlü kimsenin çıkarlarına hizmet edecektir.

“Ben milliyetimizi yalnız İslâmiyet biliyorum. Onun için her şeyi de İslâmiyet nokta-i nazarından muhakeme ediyorum.”7 düsturuyla yineleyelim; üstünlük ancak takvâ iledir. “Fakat bin bir bir birler adedince cihet-i vahdetleri (bir olma yönleri) var: Hâlıkları bir, Rezzakları bir, Peygamberleri bir, kıbleleri bir, kitapları bir, vatanları bir-bir, bir, bir, binler kadar bir, bir…”8 İşte İslâm barış, güven ve huzur içinde insanları bir araya getirir, ırkları farklı olsa da hem Müslüman olanlar hem de Müslüman olmayanlar tarihteki örneklerinde olduğu gibi bu birliğin içerisinde güvenle, hakları teslim edilerek yaşarlar. Zaten güç ve kuvvet de birlikten doğar. Oyunları bozmalı, cezayı hukuk önünde sadece hak edene kesmeliyiz. Müslüman ahmak olmaz.

Bil, düşün, akıl et sevgili okur yoksa binken bir kalırsın…

Dipnotlar:
1) Tıklayınız.
2) Nursî, Said, Mektûbat, s. 310.
3) Hadislerle İslâm Cilt 5, s. 331, HM23885 İbn Hanbel V, 411.
4) Nursî, Said, Mektûbat, 29. Mektup.
5) Tıklayınız.
6) En’âm: 164; İsrâ: 15; Fâtır: 18; Zümer: 7; Necm: 38.
7) Divan-ı Harb-i Örfî, s. 18.
8) Nursî, Said, 26. Mektup, 3. Mebhas, 2. Mesele.

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*