Metaverse ve yapay zekâ ahiret karşısında bir ümit olabilir mi?

Ölmeden ahirete geçiş mümkün mü?

Merhum Mehmet Fırıncı anlatmıştı. Bir gün merhum Mustafa Sungur risale dersinde ölüm, berzah ve ahiretten bahsederken Fırıncı ağabey: “Acaba, hiç ölmeden ahirete geçmek mümkün olamaz mı?” diye içinden geçirir. Sungur ağabey, sanki kendisini işitmiş gibi başını kitaptan kaldırır ve “Hayır kardeşim, mümkün değil. Her nefis ölümü tadacaktır, buyruluyor” der.

Ruh o kadar soyut ki, madde ile sınırlı olması mümkün olmamalı gibi düşünülüyor. Ruh, Bediüzzaman’ın tanımıyla “vücud-u haricî giymiş bir kanun-u İlâhîdir.” Tıpkı yerçekimi kanunu gibi. Günümüzde artık bilim tarihinin “en gizemli bâriz”i olan yerçekiminin dalgalardan teşkil ettiği biliniyor. Hatta pek çok yerde yerçekimi dalgaları gözlem teleskopları bulunuyor. Daha sonra bunlara animasyonla vücutlar giydiriliyor.

Yerçekimi örnekliğinde, kanun dediğimiz şeylerin harici vücudu gözlenebilecek olması, Bediüzzaman’ın ruhu tanımlarken harika bir keşif yaptığını da gösteriyor. Buradan aynen bir kanun olan ruhun gözlemlenmesinin harici vücutların sayesinde mümkün olacağı sonucu çıkıyor.

Elbette ruh, çok daha karmaşık bir bütündür. Ancak, buradan günümüzün sanal alemler geçişkenliği (transparency) üzerine durabilmek de mümkün. Ayrıca, ruhları ele geçirip (veya üretip?) farklı bedenleri onlara takabilmek mümkün mü? Sanal alemlerde yeni ve farklı çoklu alemler inşası gibi, yeni bir algoritma ile ölüm ve sonrası simülasyonları yapılabilir mi?

Ruh dediğimiz şeyin, bir öğrenme ya da algoritmanın kendisi olabilmesi mümkün müdür?

Metaverse, yeni evrenler, yapay zekâ, yerçekimi dalgaları bizi sayı çokluğundan varlık ve algı çokluğuna bırakıp kalmıştır.

Hawking için varlığın gerekli malzemeleri boşluk; yani evren ve çekim kuvvetidir. Cambridge’li bir matematikçi olan John Conway tarafından geliştirilmiş “Hayat Oyunu” adlı oyununu Hawking, basit kanunların bile hayat verebileceği şeklinde yorumluyordu. Hâlbuki bu oyun olmayan oyun, ürettiği evreni ölülerle dolu bir yokluk evrenine dönüştürmekten başka bir şeye yaramıyordu. Kurallar ve birkaç seferde işe yarayan görece çalışan sistemler birer hayat sanısı olarak acı sonlara mahkûm kalacaktır.

Yapay zihin uzayı, çekim kuvveti ile bağları kurabilme, yapay zekâ ve yapay bir hayat. Yapay çoklu uzaylar. Butik uzaylar. Ulus uzaylar… “Meyyit hayat veremez.” (Sözler)

Stuart J. Russell “Yapay zekâdan korkmalı mıyız?” sorusuna ilginç bir cevap veriyor. Asimov’un 3 robot kanununu hatırlatarak, bunların robotların kanunları uygulamamak için yöntemler bulmasını konu alan ilginç hikâyeler olduğunu söylüyor. Bu nedenle bir yandan da problemin parçası oluyorlar. Akıllı bir makinenin davranışlarını kısıtlamaya çalışırsanız ve makine kendisine koyulan kuralların üstesinden gelme inisiyatifine sahipse mutlaka bir yolunu bulacaktır. Dolayısıyla bu yaklaşım işe yaramıyor. Bunun yerine yapmamız gereken; makineleri doğru yönde teşvik etmek. Ama büyük bir problemle karşı karşıyayız tam olarak ne istediğimizi yazıya dökemiyoruz. Bunun çözümü ise kesin hedefleri olan makineler yapmamak. Bu sayede makineler hiçbir zaman gerçek amaçlarının ne olduğunu bilemeyecekler ve hep bunu bulmaya çalışacaklar. Ancak insanların ne istediği konusunda her zaman şüphe duyacaklar. Bu sayede daha temkinli davranacaklar, bir şey yapmadan önce izin isteyecekler ve doğruyu yaptıklarından emin olmak için sürekli iletişim kuracaklar.

Süleyman peygamber (as) eşyaya ruh vermede farklı varlıkları kullanabiliyordu. Bunun Yapay zekâ teknolojilerinde yeni uzayların hayatı inşasında bir taklidi mümkün olabilir mi?

Diğer taraftan, tasarım tek başına varlığı üretebilir mi?

Hayal, tasavvur, taakkul, tasdik süreçleri bize zihnin çarklarında neleri boşa çıkarır; neleri atıp bırakır ve nihayet neleri iltizam veya itikad denilen soyut bostanına akıtır?

Şiirin tahmin gücü bize yardımcı olabilir mi, hele zekâ ile yazılan şiirler?

Suad Alkan “Çağın Utancı” adlı yazısında: “İnsan yoktur aslında. Var gibi görünür. Bu sebeple bir sanı içinde yaşanmasıdır çağımızın en büyük şanssızlığı” diyordu.

İnsan artık süreçlerin içinde olmayacak; tanımlayacak, yazacak. Bediüzzaman küfür ehli bilim insanlarını, Allah’ın dünyanın inşasında kullandığı birtakım mahlukları olarak tanımlıyordu. Onlar inşa eder içini boş bırakır. Doldurmak için Yunus gibi “hamdım, piştim, yandım” anlamlarını açmak gerekir. Bediüzzaman’ın şu ifadelerine “sebep ve çare” olarak değerli bir not olarak bakmalı:

“Gafil nefis, âhireti dünyanın bitişiğinde ve dünya ile bağlı bir menzil zannediyor. Bu itibarla nefsin elinde iki silâh vardır. Dünyanın zeval ve fenasının eleminden kurtulmak için âhireti düşünmekle ümidvar olur. Âhiret için lâzım olan a’mal külfetine gelince, gaflet veya tegafül ile ondan da kendisini kurtarır. Ölmüş olanların hayatta olmadıklarını düşünmüyor. Ancak sefere gidenler gibi, görünmüyorlarsa da hayattadırlar, diye zanneder. Ve ölüme o kadar ehemmiyet vermiyor. Bazı dünyevî işlerini ebedîleştirmek için şöyle bir desisesi de vardır ki: ‘Matlublarımın dünyada semereleri olmasa da, esasları âhiret ile muttasıl ve âhirette faideleri vardır’ diye müteselli oluyor. Meselâ: İlim gibi, ‘Dünyada menfaati olmasa bile âhirette faidesi vardır’ diye iyi ciheti göstermekle, kötü ciheti altında yutturur.

Hülâsa: Nefis, devekuşu gibidir. Şeytan sofestaî, heva da bektaşîdir.” (Mesnevî-i Nuriye)

İlk yorumu siz yazın

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın:

E-Posta adresiniz kesinlikle gizli kalacaktır.


*